Migration
Aysel Kayaoğlu
Giriş
Herhalde başka hiçbir sosyal olgu yoksulluk kadar sosyal bilimlerin kendi araştırma nesnesi ile kurduğu ilişkinin ne denli sorunlu bir ilişki olduğunu gösteremez. 19. yüzyılın sonunda Booth ve Rowntree’nin İngiltere’de yaptıkları araştırmalardan beri sosyal bilimlerin ayrı bir grup olarak yarattığı yoksullar ve toplumdaki sınıf ilişkilerinden azade bir yoksulluk (Novak, 1995) fikri, topluma dair zihinsel temsillerimiz arasına geri dönülmez bir biçimde yerleştirildi. O zamandan bu yana, yoksulluk, iflah olmaz bir biçimde sürekli ve yeniden tanımlanmaya ve aslında böylelikle düzenlenmeye/ıslah edilmeye çalışılan bir “sosyal problem” olarak sunulmaktadır. Kapitalizmin çeşitli aşamalarında, her defasında yeniden tanımlanmayı talep etmesiyle, yoksulluk/yoksullar, aslında her daim kendine yönelik tanımlanma işleminin imkânsızlığını hatırlatır. Ne kadar incelikli hale getirilirse getirilsin, yoksulluk söylemi, hep sözün tükendiği noktadaki o beyhudeliği yaşatır bize. Zira bir durum olarak yoksulluk, tanımı gereği, ne yapılırsa yapılsın, hiç tamamlanamayacak bir eksiklik halidir (Dean, 1992).
Yoksulluğun nasıl ortaya çıktığını değil, yoksulların neden yoksul olduğunu sordurarak, “kapitalizmi değil kapitalizmin kurbanlarını suçlama (Harvey ve Reed, 1996; s. 461)”ya götüren odak kaydırıcı söylemiyle ana akım yoksulluk literatürü, analizin her adımında adeta kapitalizme, sömürüye ve toplumsal sınıflara referans vermeden konuşmanın yolunu aramaktadır. Belki tam da toplumsal sınıfları konuşamadığı için yoksulluğu konuşan bir literatürdür bahsettiğimiz. Sınıfın inkarına dayalı yoksulluk analizlerinin (bkz. Özuğurlu, 2002; Ercan, 2003) sosyal bilimcilerin entelektüel tercihleriyle ya da sosyal bilimlerin kendi iç dinamiğiyle ortaya çıktığını söylemek saflık olurdu. Tersine kendi araştırma nesnesi kadar toplumsal süreçlerin içinde şekillenen sosyal